Lider-toplum ilişkisinde yaygın olan bir “neden-sonuç” yanılgısını da Deleuze ve Guattara şöyle düzeltirler:
Genellikle düşünüldüğünün aksine, liderler halklara yön vermezler; halklar, karakterlerine uygun liderler ortaya çıkarırlar. Liderler tarihe yön vermezler; ama halkların karakter yapıları ve arzuları “otoriterlik” olarak adlandırılan bir tür duygusal veba ile zehirlendiği için, bu yine halkların aleyhine işler.
Buna göre, Lider yetenekli olduğu için değil; ataerkil ailede yetişmiş ortalama bir birey olduğu için iktidarı elde eder. Yani kötülük, yukardan aşağı değil; aşağıdan yukarı doğru işler. İnsanlar böyle olduğu için, otoriter liderler olanaklı olur. Otoriter partiler, insanları makineci-gizemci yapmamakta; tam tersine, insanların makineci-gizemci kişiliği otoriter partileri doğurmaktadır.
Şu anda İslam dünyasında din, ritüeller ve pathos (tasavvuf) üzerinden siyasal olarak toplumların değişik şekillerde konsolide edilmesi işlevini görüyor.
Dinin özü olan düşünce ve duyguya dayanan iman ve ahlak, piyasada neredeyse yoktur.
Kur’an, İnsanın ahlaki/vicdan kabiliyetinin diri tutulmasıyla kurtulacağını; onu dumura uğratmasıyla da çökeceğini bize söyler.(91/7-10).
Kur’an, baştan sona kadar insanın ahlaki vicdanını düşünme aracılığı ile diri tutmaya çağırır. Özünü veya insanlığını korumanın başka yolu yoktur. İmanın ve salih amelin oluşmasının ve devamının bundan başka bir yolu yoktur.
Düşünce-duygu ve davranıştan oluşan dini akt, ancak bu şekilde canlı kalabilir. Ancak, yine Kur’an’ın itiraf ettiği gibi, peygamberden sonra araya “uzun zaman” girince, müminlerin kalpleri katılaşır ve çoğu yoldan çıkar(57/16).
Bugün olan da budur. Biz, buna bir de “Sünni” teolojinin yaratmış olduğu dini yabancılaşmayı ekleyelim:
İslam düşünce tarihinde ilk iki yüzyılda ortaya çıkan ve Kur’an ve Sünneti vicdan, düşünme (dirayet) yolu ile almaya çalışan “Rey Ehli” ile bu kaynakları bizatihi mutlak otorite olarak görüp taklit ile onlara koşulsuz boyun eğen “Hadis/Rivayet/Sünnet/Eser Ehli” arasındaki ayrışmada ikinci yolun “Ehl-i Sünnet” olarak devletlerin resmi ideolojisi haline gelmesi, İslam toplumlarının bugün yaşadığı sorunların temel nedenidir.
Teolojik düzlemde bu ayrışma, Mutezile’nin benimsediği kaynakları dil, akıl ve ahlak zemininde yorumlama çabası ile, kaynakları bunların dışına çıkararak Mutlak kudret olan Allah’ın iradesine gerekçesiz-sualsiz bağlayan Kaderci Eş’ariliğin çabasına dayanır.
Fıkıh usulünde Rey Ehlini, Hanefilik ve Malikilik temsil ederken; Hadis Ehlini, Şafiilik ve Hanbelîlik temsil eder.
Tasavvufun üçüncü yüzyıldan itibaren iç ve dış kaynaklardan etkilenerek gelişmesi ve Sünniliğe eklemlenmesinin, İslam toplumlarında yaratıcı düşünmenin ve özgür iradenin çökmesinde önemli bir etken olduğu kanaatindeyim.
Tarikat yapıları, bireyi sürüleştiren ve özgür iradesini felç eden yapılar olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Parimonyal sistemin periferisinde kalmış halk yığınlarında oluşmuş içerleme ve uçuklamayı örgütleyen tarikatlar, kitlelerin tarih-toplum ve iktisat (dünya) ile bağlarını gevşeterek “uhrevi” ve “ruhsal” bir ajanda yaratmışlardır.
Oysa Kur’an, öteki herkesten sorumlu, özgür bireylerden oluşan bir cemiyet (ümmet-millet) aidiyeti ve gözü ırakta (Ahiret), kendi buralı (dünya-iktisat) bir kişilik yaratmaya çalışmıştır.
Tarikat ve dini cemaatler ise, birer “kabile/klan” topluluklarıdır.
Prof. Dr. İlhami Güler, 17.08.2017 – http://www.islamianaliz.com/yazi/islam-dunyasinda-sonuclari-“neden”-olarak-gorme-hastaligi-ve-cikis-yolu-arama-cabalari-3529?id=3529#sthash.9rRMZLHB.NZolZ7ju.dpbs