Kur’ân’ın teklif ettiği kişilik inşasını ödev olarak omuzlanmak yerine, Kur’ân’ın “kutsal kitabımız” olduğu üzerinden, imtiyazlı bir yere koyuyoruz kendimizi.
“Allah indinde din İslam’dır” ve “İnanıyorsanız, üstünsünüz!” gibi cümleleri kimliğimizin ayrıcalığına dayanak yapıyoruz. Kimlik, başkalarına gösterilen bir etiket iken, kişilik kendi içimize doğru sessiz bir seyahattir.
Kimlik görünmeye odaklı; kişilik ise olmaya çağrıdır. Sessiz ve görünmez olanı ihmalimizi, sesli ve gösterişli olana vurgu yaparak telafi ediyoruz.
Çok geçmeden, “biz müslümanlar cennetteyiz, siz ise cehennemliksiniz…” gibi hazır “ebedi saadet” mirasına konuyoruz. Mirasa konduktan sonra, onu sadece harcıyoruz. Mirası çoğaltmaya niyetimiz olmuyor; miras üzerinden yeni üretimlere mecalimiz kalmıyor.
İslam’a sadece yaslanıyoruz. İslam’ı sadece yakamızda üstünlük etiketi olarak taşıyoruz. Kur’ân’ı “bizden yana”, ayetleri “bizim cebimizde” görmeye başlıyoruz. Bu ayrıcalıklı konumdan en büyük payı kendilerine “hocaefendi” dedirten “yetkili”ler alıyor.
İyi niyetli olmaları yetmiyor; sayıca çoğalan ve bağımlılıkları giderek güçlenen taraftarın/müridlerin teveccüh rüzgârına tutularak, her görüşlerini Allah’ın ayetlerine eşitliyor, Şia geleneğini örtük biçimde tekrar ederek kendilerini “Ayetullah” saydırıyorlar.
“İslam eşittir biz” formülüne öylesine kapılıyorlar ki kendilerine muhalif herkesi “İslam karşıtı” “din düşmanı” saymakta beis görmüyorlar. Yakın zamanlarda bunu “ehlisünnet eşittir biz” olarak da formüle etmeyi başardılar.
Buna göre “ehlisünnet bir âlim”in her söylediği, Allah’ın ayetleri kadar dokunulmaz ve sorgulanamaz oluyor. Oysa Allah, kendi ayetlerini sorgulatır. Sorulan soruları alıntılar Allah. Tereddüt sözlerini alır ayetlerinin içine. İsyankâr sitemleri alıntılar insan ağzından.
Allah, ayetleri üzerinden sorgulama başlatırken, onlar kendi görüşlerini “Allah’ın ayetleri”ne denk tutarak sorgulamaları bitiriyor. Bu da İslam’ın siyasal bir kimlikten de öteye, iktidar odaklı bir menfaat cephesine dönüşmesini sonuç veriyor.
Ateşli biçimde karşı oldukları Ortaçağ Kilise Engizisyonu’nun benzerini daha etkin ve örtük biçimde icra ediyorlar. Sorun, Kur’ân’ın bir mektep olarak görülmek yerine, bir ayrıcalık mızrağı olarak kullanılmasında yatıyor.
Kur’ân “bizim” değildir. Kimseye ait değildir. Kimsenin cebinde değildir. Kur’an’ın temel hitabı insanadır, insanlığadır.
Kur’ân’ı Müslüman olduğumuz için okuyor değil, Müslüman olmak için okuyor olmalıyız. Hakikate teslim olma sürecimiz hâlen devam ediyor çünkü.
Kur’ân “ey iman etmeye devam edenler…” diye hitap eder; iman etmeyi ve Müslüman olmayı olup bitmiş bir iş olarak tarif etmez.
Herkes gibi “müslümanlar” da “hocaefendiler” de “ehlisünnet âlimleri” de göğün öğrencisidir. Dağ kadar da olsa kimliğimiz yol dağın üzerinden geçer.
Senai DEMİRCİ, 28.07.2021