Tevhid varlığın anahtarıdır. İnsanı en geniş manada mazi, hal ve istikbal olarak kuşatan ebedi hayatın muazzam felsefesidir.
Tevhid, imanın göze fer, dize derman, akla burhan, gönle sultan, dile ferman olarak yürüyüp mü’mince bakış açısına, dünya görüşüne, basiret ve ferasete, cihad ve içtihada, muhabbet ve ülfete, tefekkür, tezekkür ve tesbihe, ahlâk ve edebe, özetle hayata dönüşmesi.
Tevhid, peygamberlerin ve kitapların değişmesiyle değişmeyen gayelerin gayesi. Hepsi bu gayenin gerçekleşmesi için var ve hepsi bu gaye uğruna kurban.
Tevhid, imanda birlik, insanda birlik, toplumda birlik, güç ve hükümde birlik, evrende birlik ve dirliğin öbür adı.
Zerreden küreye, damladan denize, atomdan evrene, hücreden insana her bir şeyin ortak noktası tevhid.
Tevhid, maddenin ve mananın, âhiret ve dünyanın en büyük kanunu.
Güneşin etrafında, yörüngelerinde belli bir nizam ve intizam içerisinde dönen gezegenlerden oluşan yıldız sistemleri tevhidi öğretiyor.
Baharın elinde çiçeğe, ağacın elinde meyveye, hayatın elinde olaya, arının elinde bala, peygamberin elinde mutluluğa dönüşen “vahiy” tevhidi öğretiyor.
Tevhidin topluma yansımasına “vahdet” denir. Vahdet, “sosyal tevhid”dir. Nasıl şirk tevhidi nakzederse, “tefrika” da, sosyal bir şirktir, sosyal tevhidi, vahdeti nakzeder.
Önce şu ayeti okuyalım:
“İlahukum ilâhun vahid: İlahınız bir tek ilâhtır.” (Hac, 34)
Sonra da şunu:
“Ummetukum ummetun vahide: Ümmetiniz bir tek ümmettir.” (Enbiya, 92)
İkisi de aynı formda.
Birincisi “vahdet”in akidevî olanı “vahdaniyyet”e işaret ederek “tevhid”i emrediyor.
İkincisi “tevhid”in sosyal olanına işaret ederek “vah- det”i emrediyor.
Birincisi akidevî tefrika olan şirki nehyediyor.
İkincisi sosyal şirk olan “tefrika”yı nehyediyor.
Allah Teâla kendi birliğini ilan ettiği formla ümmetin birliğini de ilan ediyor. Bununla adeta sosyal tevhid olan “vahdet”, akidevi vahdet olan “tevhid”in olmazsa olmaz bir unsuru olarak ilan ediliyor.
“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra ihtilafa düşüp parçalananlardan olmayın. İşte dehşetli azap onlar içindir.” (Âli imran, 105)
Bu “dehşetli azap” ahirette değil daha dünyadayken gelip yapışıyordu yakasına parçalananların. Çünkü başta parçalanmanın kendisi azim bir azaptı.
Tarihen sabitti ki birliği gidenin dirliği de giderdi. El- Hak öyle de oldu. Giden yalnız dirlik miydi? Elbette değil. Ondan daha büyük bir kayıp vardı ki o da ümmetin izzet ve şerefi. İşte ona paha biçilemezdi.
Mustafa İslamoğlu