Zaman kendi “ben”imize dönüp, “Bize ahlak, erdem lazım değil mi?” diyerek kendi kendimizi hesaba çekme zamanıdır. Keza zaman sahih dinî anlayışı savunmak adına bu kadar pespaye bir dil ve üslup kullanmanın cevazını hangi dinî kaynaktan aldığımızı sorgulama zamanıdır.
Zira hem Müslüman hem ahlaksız olma lüksümüz yoktur. Keza dinî alanda hakikatin tek temsilcisi edasıyla konuşma hakkımız da yoktur. Bizden farklı düşünen ve farklı bir görüşü benimseyen insanları mafyatik usullerle susturma hakkımız da yoktur.
Muhtelif dinî meselelerde benimsediğimiz her bir farklı görüş ve anlayışın sonuçta birer kavil, mezhep ya da yorumdan ibaret olduğu malumdur. O halde bırakın birçok kimse bizden farklı düşünsün, farklı görüş ve kanaatleri duyup dinlesin ve hangi görüşü benimseyeceğine kendi özgür iradesiyle karar versin…
***
Dinî alanda çok seslilik ne yazık ki öteden beri pek hoş karşılanmamış, güçlü olan taraf zayıf olanı her zaman saf dışı bırakmaya çalışmıştır. Daha kışkırtıcı bir şekilde ifade etmek gerekirse, dinî düşünce geleneğinde çoğulcu demokrasi kültürü neşv ü nema bulmamıştır. Belki de bu durum her bir dinî öğretinin hakikat konusunda şerik tanımaması ve bu durumun genel kabul gören dinî yoruma yansımasıyla alakalıdır.
Her neyse, İslam geleneğinde İmam Ebû Hanife’ye ne kadar ağır hakaretlerde bulunulduğu ve bu hakaretlerin Ehl-i hadis ekolüne mensup ulemadan sadır olduğu malumdur. Tahkir ve tezyif geleneği halen cari olduğundan tarih ne yazık ki bugün de tekerrür durumundadır.
Umudumuz, her birimizin müslümanca duyarlılığa yaraşır bir vicdan ve ahlak sahibi olma ihtiyacı duymasıdır. Aksi halde kendi ellerimizle yaptığımız yıkım İslam dininin en azından bu topraklardaki istikbalini karartacak ve bu büyük cürmün hesabı rûz-i mahşerde hepimize sorulacaktır.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk, 19.08.2017