İsrail’in Mescid-i Aksa’ya yönelik terörist tutumu nedeniyle, Diyanet bugün önemine binaen yerinde bir konu seçmiş. Lakin hutbeyi hazırlayan her kim ise sanki konuyu rezil etmeyi ve kurumu tazyif etmeyi hedeflemiş. Bir insanın bu derece cehaletini ele verip kendini ve çalıştığı kurumu rezil etmeye hakkı yok diye düşünüyorum.
Nakaratları geçersek, hangi cümlesine bakarsanız elinizde kalır. Ancak ben sadece başı, ortası ve sonundan üç örnek vereceğim.
- Hutbe metinin başında Hz. Peygamber’in eşi Meymune’ye atfen bir rivayete yer verilmiş ve Beytü’l-makdis’le ilgili soru üzerine güya Resulüllah şunları söylemiş:
“Orası mahşer ve menşer, yani yeniden diriliş yeridir. Oraya gidin ve içinde namaz kılın. Çünkü orada kılınan bir namaz başka yerdeki bin namaza bedeldir.” Hz. Meymune: “Peki oraya girmeye gücümüz yetmezse ne yapalım ya Rasûlallah” dediğinde Rahmet Elçisi şu cevabı verir: “Kandillerini yakmak için zeytinyağı, yakıt hediye gönderin. Kim bunu yaparsa oraya gitmiş ve namaz kılmış gibi olur.’’
Rivayet İbn Mace ve Ebu Davud’un eserinden alınmış.
Dikkat ederseniz Beytü’l-makdis (yani Kudüs) mahşer yeri olarak tanımlanıyor. Diğer bir deyişle insanlığın burada diriltilip hesaba çekileceği iddia edilmektedir. Oysa bu iddia tam bir Yahudi safsatasıdır. Lakin hadis, tefsir ve siyer kaynaklarımıza kadar girmiştir. İddialar arasında Kudüs’ün dünyanın herhangi bir yerinden Cennet’e 18 mil kadar yakın olduğuna dair hayli gizemli tasvirler anlatılır. Ne yazık ki bu efsaneye itibar edilmiş ve Müslümanların Camisi ve ibadetlerinin içine kadar sokuşturulmuştur.
Rivayetteki ikinci iddia ise, Resulüllah’ın Kudüs’e gidip namaz kılmayı tavsiye etmesidir. Sadece bir soru bile rivayetin hangi saikle uydurulduğunu ele verir. Mesela niçin Kâbe değil de Kudüs? Şu halde mezkûr rivayete itibar eden/hatta iman derecesinde önem veren Sünni geleneğin hoyrat ve hodbin mahalle kabadayılarına sormak gerekir, niçin bu rivayet gereği Kudüs’e gidip namaz kılmıyorsunuz, niçin inancınızın gereğini yerine getirmiyorsunuz? (Not: Bu soru bana dün geceki deve sidiği örneğin hatırlattı. Hani adam şifa diyor, ama ikiyüzlü davranıp içmiyor, neyse).
Bir başka husus ise, sanki o dönemde Kudüs’te içine girilip ibadet edilecek bir mescid varmış gibi, buranın içinin aydınlatılmasına yönelik hikayeden bahsedilmekte. Beyler o dönemde Kudüs’te bu isimde bir mescid yok, sadece Süleyman mabedinin harabeleri vardı. Üzücü olan şu: Yaklaşık 130 sene önce üretilen bu hikayelerin bu gün Resulüllah’ın sözleri olarak modern insan tarafından hiçbir sorgulama zahmetine katlanmadan kabullenebilmesi ve bunlara kutsallık atfetmesidir. Ne dersiniz, cehalet kimi insanlar için tutku mu yoksa bâki hastalık mı?
Şunu da hatırlatayım ki, Kudüs’te namaz kılmanın faziletine dair iddialar uydurulunca, hemen karşı hamle gelmiş ve yeryüzünde namaz kılınacak üç mescid iddiası ortaya atılarak Kâbe ve Mescid-i Nebevî de eklenerek denge sağlanmıştır. Sormak lazım, “namaz kılmak için kutsal mekâna mı ihtiyaç var?” Bana göre sadece bu soru bile rivayetin hangi saikle uydurulduğunu ortaya koymak için kâfi. Tabii bu söylediklerim aklını kullananlar için. Rivayetlere iman edip aklı devre dışı bırakanlar müsterih olsunlar, konu onlarla ilgili değil.
- Metnin ortalarında yer alan bir cümlede Kudüs’te geçmişte yaşamış peygamberlere atıf yapıldıktan sonra, burası “İslam’ın ilk kıblegâhı” olarak tanımlanmıştır. Kesinlikle yanlış, burası İLK KIBLE DEĞİLDİR. İLK KIBLE KÂBE’dir. Bakara 143. ayet de bunun belgesidir. Merak edenler, kıble ile ilgili makaleme bakabilirler.
Resulüllah bi’setin ilk on yılı içerisinde ibadet ettiği zaman Kabe’ye yönelirdi. Zaten Kâbe Araplar’ın kıblesiydi. Cahiliye şiirlerinde açıkça dile getirilir. Kudüs’ün kıble edinilmesi bi’setin onuncu yılından sonra ortaya çıkan bir gelişmedir. Resdulüllah Medine’ye hicret etmeye karar verince buradaki Yahudileri de dikkate alarak onların kutsal mekanını sahiplendiğini göstermiş, hatta buradaki müminlerin Kudüs’e doğru ibadet etmelerini istemiştir. Kabaca söylemek gerekirse hicretten 1,5-2 yıl önce burası kıble edinilmiştir. Bu karar tamamen Resulülllah’ın tercihidir. Yine yeri gelmişken belirteyim ki, hicretten 1,5 yıl sonra ayetin inzaliyle birlikte Resulüllah’ın kararı değiştirilmiş ve Kâbe yeniden kıble olmuştur.
Dolayısıyla ilk kıble Kâbe’dir. Sonra yaklaşık 2 yılı Mekke’de, bir buçuk yılı da Medine’de olmak üzere, Kudüs ortalama 3,5 yıl kadar Müslümanların kıblesi olmuştur.
İkinci bir husus hutbe metninde Kudüs, Resulüllah’ın “Mîrac tecrübesini” yaşadığı yer olarak tanımlanmıştır. Kesinlikle doğru değil, olmayan/yaşanmayan bir olayın tecrübesinden söz edilemez. Bu konuda daha önce çok şey yazıp çizdim.
- Bir başka örnek hutbe metninin sonundaki dua kısmıdır. Cümlelerin bir bölümünde şu ifadelere yer verilmiş: “Allah’ım! Mescid-i Aksâ’yı ve İslam beldelerini işgale yeltenenlere fırsat verme! Müslüman kardeşlerimize içinde bulundukları zor durumdan bir an evvel kurtulmaları için yardım eyle!”
Bu ifadelerin özeti şudur: “Allah’ım yapmamız gerekenleri biz yapamadık, bizim adımıza eksiklerimizi sen gider.” Nitekim devamındaki cümlede “Müslüman kardeşlerimizi biz kurtaramıyoruz sen kurtar” mealindedir. Bana göre problemin düğümlendiği yer tam da bu dua mantığıdır.
Defalarca söylemişimdir. Allah evrene yasalarını koymuştur. Bu yasalar belli bir ölçü ile (kader) hareket eder ve hiç değişmez. Fiziki yasalara uyan ve çalışan başarılı olur, kazanır.
Asırlardır Müslümanları pespaye hale sokan bu dua mantığıdır. Dikkat edin bu mantıkta birey kendi yapması gerekenleri yapmayıp, eksikliğini Allah’a gidertme çabası içindedir. Oysa Resulüllah’ın örnekliğinde ve İslâm öğretisinde böyle bir pasif dua mantığı yoktur.
Nitekim Allah Resulü üzerine düşen görevlerin tamamını yerine getirdikten sonra, arzuladığı başarıya ulaşmak için muvaffakiyet dilemiş ve Rabbine el açmıştır. Bize de bu örnekliği sünnet olarak bırakmıştır. Onun terbiyesinde yetişen Hz. Ömer de Medine’de el açıp “Ya Rabbi! Kudüs’ü bizim adımıza sen al” demedi. Ordular gönderdi, mücadele etti, yetmedi bizzat kendisi kalktı Kudüs’e gitti, Allah da bu çabanın neticesi olarak başarıya nasip etti. Tıpkı Selahaddin Eyyûbî veya Osmanlı gibi.
Prof. Dr. İsrafil Balcı, 22.07.2017