Yûnus Suresi 87. Ayet: “Derken, Musa’ya ve kardeşine şöyle vahyettik: Şehirde kendi insanlarınız için bazı evleri karargah edinin; bizzat kendi evlerinizi ise istikamet veren birer mabede dönüştürerek ibadetlerinizi eda edin: işte bu takdirde, müminleri (kaçınılmaz bir zaferle) müjdele!”
Bulunduğunuz zaman ve mekandan bir anlığına kurtularak, tasavvurunuzda milat öncesi 13. yüzyıl Mısır’ına bir seyahat yapın. Firavunların, Ataları Hz. Yakub’a ölüm döşeğinde Allah’tan başkasına kulluk etmeme sözü veren müslüman İsrailoğulları’na (Kur’an’a göre her peygamberin ve onlara inanan her müminin dini “İslam”, adı da “müslüman”dır. İsrailoğulları da “yahudileşinceye” kadar muvahhid birer müslüman idiler) yaptıkları zulmün ayyuka çıktığını göreceksiniz.
Zamanın Firavunu, kendi tanrılarına inanmayan, Apis öküzüne saygı göstermeyen, putperest Amon dininin sahte tanrılarının önünde eğilmeyen müminleri “can düşman” ilan etmiş ve hayat tarzlarına karşı “topyekün savaş” açmıştı.
Onların tüccarlarını düşman ilan ediyor, bir bahaneyle mal varlıklarına el koyduruyordu. Onların erkeklerini iktidarı için köleleştiriyor, soysuzlaştırmak ve ahlaksızlaştırmak için dinlerini yasaklıyor, ibadethanelerini kapatıyor, eğitim merkezlerine kilit vuruyordu. Bununla da kalmıyor, ülkeye geçmişte unutulmaz hizmetleri geçtiği için herkesin dilinde efsaneleşen peygamber yönetici Hz. Yusuf’un torunlarına “soykırım” uyguluyordu.
Kur’an’ın haber verdiği gibi, Firavun’un zulmü anaların rahimlerine kadar uzanmıştı: “Hatırlayın ki bir zamanlar Firavun erkek çocuklarınızı öldürüyor, (onların analarına acı çektirmek için) kadınlarınızı sağ bırakıyordu.”
Tüm zalimler gibi o da evham ve korkularının tutsağı olduğu için, gördüğü bir rüya üzerine, yeni doğan tüm İsrailoğulları bebelerini, annelerinin gözleri önünde öldürtmeye başlamıştı. Muhtemelen yüzlerce yıl önce ülkesinin Mezopotamya asıllı fatihleri olan Hiksos Hanedanı’nın ve onların büyük veziri Hz. Yusuf’un iktidarının yenilenmesinden korkuyordu.
Evhamlarının esiri olmuştu. Tartışmasız iktidarını İbranilere mensup birinin elinden alacağı korkusuna kapılmıştı. Bunun için güvenlik güçlerini ve istihbarat teşkilatını seferber etmiş, geceleri İsrailoğulları’na mensup evleri gözetletiyor, kandili yanan evlerin kapılarını işaretleterek onların hanımlarını gebelik testinden geçiriyordu.Gebe olduğu tesbit edilenler, sık sık taciz ve baskınlarla erken doğuma ve düşük yapmaya zorlanıyor, eğer bu gerçekleşmez de çocuk zamanında ve sağlıklı doğarsa, onu da annelerinin gözleri önünde cellatlarına öldürtüyordu.
Zulüm afakı kaplamıştı. Müslüman İbranilere hayat zehir edilmiş, adeta hiçbir yaşam alanı bırakılmamıştı. Yılgındılar, bıkkındılar. Müminler bitmişlik ve tükenmişlik psikolojisi içerisinde ne yapacaklarını bilemez haldeydiler. Anaların rahimlerine kadar ulaşan Firavunca zulüm karşısında ne yapabilirlerdi ki? Yapılacak bir şeylerin olduğuna inanan ve esas duruşunu bozmayan az sayıdaki insan, iş “Nereden başlamalı?” sorusunun cevabına gelince şaşırıp kalıyorlardı.
İşte bu “her şeyin bittiğinin” sanıldığı zor ve kor zamanda Allah’ın vahyi, müminlere “nereden başlayacaklarını” işaret ediyordu: “Evlerden, evlerinizden başlayın!”
Firavunun zulmü anaların rahimlerine kadar uzansa da, her halukarda evleri kaleleriydi. Orayı bir “insan atelyesi”, bir “okul”, bir “mabed” haline getirebilirlerdi. Bazı evleri ise onların merkezinde yer alan “iman karargahları” haline getirebilirler, geleceklerine oralarda aldıkları kararlarla şekil verebilirlerdi.
Görüyorsunuz; eğer siz sormayı bilirseniz, vahiy cevabını veriyor.
Mustafa İslamoğlu, 03.09.2005 – https://mustafaislamoglu.com/nereden-baslamali-_d5032.html