Kendilerini dinin merkezinde gören, kendisi gibi inanmayan, düşünmeyen ve yaşamayanı itibar suikastlığından haysiyet cellatlığına kadar binbir türlü yaftalama ile ötekileştiren bir dindarlık anlayışımız var ne yazık ki.
Bunlara “rahmet ve merhamet ayı” dediğimiz Ramazan da fayda vermedi, veremeyecek gibi.
Zira dindarlığını linç kültürü üzerinden şekillendirenler için, kendi dünyası dışındakilere iftira atmak, hakaret etmek, yalan isnatlar atfetmek, hile, tecessüs, gıybette bulunmak dindarlığın bir gereğidir. Bu yolla adeta Allah’a yalakalık yaptığını sanan sözde dindar, inandığı dinin bütün ilkelerini yerle bir ettiğinin farkında olamayacak kadar da cehûldür ne yazık ki.
Maalesef “bizim gibi düşünmeyen, yaşamayan veya inanmayan dindara” tahammülsüzlük giderek bir öfke kültürüne dönüşmüş durumda ve adeta küfür, hakaret ve iftira, dinî bir görev gibi addedilmektedir.
Sorsanız İslâm ötekine de hayat hakkı tanıyan hoşgörü dinidir, lakin değil öteki, kendi dindaşına bile tahammül edemeyen nevrotik dindar portresiyle karşı karşıyayız.
Bunlar için ahlâk, hukuk, merhamet, adalet, sevgi, muhabbet ve hoşgörü değil, öfke, hakaret, iftira ve linç kültürü dinin veya dindarlığın ölçüsüdür. Tıpkı tarihte Haricilerin yaptığı gibi. Onların elinden de ancak Müslüman olmadığını ispatlayanlar kurtulabiliyordu. Günümüz neo-haricileri olarak nitelenecek bu tipler, hiç olmazsa Ramazan ayında, anılan hususları kirli ağızlarına pelesenk edip bari tuttukları orucu kirletmeseler.
ed-Din’in ilkeleri apaçık ortadayken bir insan, iftira, gıybet, tecessüs, yalan ve bühtanla soslanmış dindarlığını nasıl bu derece barışık bir halde sürdürebilir anlamış değilim.
Alıntı: Prof. Dr. İsrafil Balcı, 07.06.2017